6 Ekim 2012 Cumartesi

Öğretmenim! - 24/11/2001 13:56


Öğretmenim…

Hepinizin bildiği gibi, dünyanın en meşakkatli işlerinden biri insan eğitmektir. Bu zor görev eğitimin yılmaz savaşçıları olan biz öğretmenlere düşmektedir.

Günümüz dünyasına ve Türkiye’sine baktığımızda yaşanan tüm sorunların temelinde eğitim, başka bir deyişle eğitimsizlik yatmaktadır. Hal böyle iken, devraldığımız bu büyük sorumluluğu yerine getirmek için daima fedakarlık yapmalıyız ve öncelikle mesleğimizi sevmeliyiz.

Bizler, gelecek nesillerin sağlam, kültürlü ve araştıran bir nesil olması için, elimizdeki potansiyeli, en iyi şekilde değerlendirmeliyiz. Kendimizle olan problemlerimizi bir kenara bırakıp, cehalete karşı savaşmalıyız.

Neden öğretmenlik?

İlk olarak ABD Eski Devlet Başkanlarından John F. Kennedy’nin şu sözlerini hatırlatmakta fayda görüyorum:

“Sizler kendinize, ‘devlet benim için ne yaptı’ sorusu yerine ‘Ben devlet için ne yaptım, ya da ne yapabilirim’ sorusunu sorun”.

“Neden öğretmenlik mesleği” sorusunun cevaplarından biri bu sözlerden de anlaşılacağı gibi, devlete ve bu vatanı emanet edeceğimiz yeni nesillere hizmet etmektir. Çünkü devletin ve milletin geleceği, aynı zamanda bizlerin, yani eğitimcilerin elindedir. Biz öğretmenler ve tüm eğitim camiası, her şeyi devletten bekleme zihniyetini bırakarak, olumsuzlukları unutup, daha fazla başarının yollarını araştırmalıyız.

Her anımızı en iyi şekilde değerlendirmeyi bilmeli, imkansızlıkları konuşmayı değil, imkanlar yaratmaya çalışmalıyız ve daima, ileri gitmeyi hedef edinmeliyiz.

Bilen bir insan, bildiğini öğreten insandır. Bildiğini öğretmeyen insan ise gerçekte, hiçbir şey bilmiyor demektir. Bildiğinizi ispat etmenin ve bilgiyi paylaşmanın en iyi yolu da öğretmenlik mesleğidir. İşte bu da “Neden öğretmenlik mesleği” sorusuna bir diğer cevaptır.

Bu yolla, hem bilgiyi paylaşmayı, hem de bize emanet edilen çocukları, gençleri hayata hazırlamayı, her eğitimci kendine şiar edinmelidir.

Bu arada biraz da bu mesleğin saygınlığına ve toplum içindeki yerine değinmek istiyorum.

Öğretmenlik, bana göre, uzun bir yolculukla süren kutsal bir meslektir. Ancak bu meslek günümüzde, yanlış anlaşılmalar ve her şeyin devletten beklenmesi zihniyetinin halen var olması sebebiyle eski saygınlığını yitirmek üzeredir.

Bir anne, kızına şöyle diyor:

“Kızı boş bırakırsanız, ya davulcuya varır, ya da zurnacıya…

Be salak kızım! Futbolcuya var bari…

Bak bana, otuz yıl önce bir öğretmene varamadım, naylon çorap giyemedim.”

Bu annenin sözlerinden de anlaşılacağı gibi, otuz yıl önceki öğretmenlik mesleği, toplumda böyle bir saygınlığa sahip iken, şimdilerde ise, “Bari en azından bir öğretmen ol” şeklindeki düşünceler, mesleğin saygınlığının ne denli azaldığını göstermektedir.

Ayrıca “Köy enstitülerinden mezun olan öğretmenler, ziraatı da bilirdi. O halde öğretmen ziraatçılık yapabiliyor da ziraat ve jeoloji mühendisleri neden öğretmenlik yapmasın ki!” düşüncesini benimseyen bu zihniyet de, eğitimin içine düştüğü durumu apaçık ortaya koymakta, eğitimi baltalamaktadır.

Oysaki bu meslek, mesleğin gereklerini bilen, eğitimini tam manasıyla alan, kariyerli kişiler tarafından icra edilmelidir.

Öğretmenlik mesleğinin bana göre bir yolculuk olduğundan bahsettim. Bu yolculuk;
Doğdunuz, biraz büyüyünceye kadar,

Okulunuz bitinceye, milyarlar kazanıncaya kadar,

İşe başlayıncaya, evleninceye kadar,

Çocuklarınız oluncaya, onlar evden ayrılıncaya kadar,

Cuma gecesinden, pazartesi sabahına kadar,

Yeni bir arabaya, yeni bir eve kavuşuncaya kadar,

Borçlarınızı ödeyene kadar,

İlkbahara yaza, sonbahara kışa kadar,

Maaş gününe kadar,

Şarkınız söyleninceye kadar,

Emekli olana, ölene kadar devam eder.

Sevgili gençlerimize sesleniyorum. Mutlu olmak, içinde bulunduğunuz andan daha iyi bir zaman olduğuna karar vermek için, beklemekten artık vazgeçin.

Mutluluk bir yarış değil, bir yolculuktur. Sizlere de bu yolculuğu tercih etmenizi öneriyorum. Kazanacağınız mesleki kimliğimiz ve formasyonunuzla gurur duyacaksınız.

Öğretmenlerimiz, kendilerine emanet edilen sizleri, vatanımıza ve cumhuriyetimize layık, birer vatandaş olarak, Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda yetiştirmek için, ellerinden geleni fazlasıyla ve özveri ile yaptılar, yapmaktadırlar ve yapmaya devam edecekler.

Büyük önder Atatürk’ün de dediği gibi: “Ulusları kurtaranlar ancak ve ancak öğretmenlerdir.”

24/11/2001 13:56

Tele – gazetecilik -9 ‎Temmuz ‎2008 ‎Çarşamba, ‏‎13:41:26


Bilgiye ulaşmak artık o kadar kolay hal aldı ki her şey parmaklarınızın ucunda. Bir zamanlar siyah beyaz görürdük. Şimdi rengin her türlüsünü seçebilir hale geldik.

Çok da eski değil ama bir zamanlar medya siyah beyaz görürdü objektifi ile tanığı olduğu olayları. Siyah beyazdı haberler ve fotoğrafları, sayfaları. İnternet yoktu haberini ve fotoğrafını geçebileceği. Yerine telefoto vardı. Bilgisayar yoktu (vardı, ama daha tanışmamıştı) haberini yazabileceği; bildiğimiz, genellikle Devlet Malzeme Ofisi damgalı daktilo vardı. Zaten bu yüzden “F” dediğimiz (adını, F klavye ile aynı düzene sahip, ilk daktiloyu yapan İsveçli Facit adlı firmadan alan ) klavyeyi daha büyük bir kıvraklıkla kullanıyor.

Durum böyle olunca acil değilse haberler ve fotoğraflarını zarflarda, otobüslerle gönderirdi. Ama önemli ve hemen yetiştirmesi gerekiyorsa fotoğrafı telefoto ile gönderirdi. Çalıştığı gazete yerel ise (internet ile yerel – ulusal kavramı da bitti)  her gazetenin bir karanlık odası vardı. Sarma film kullanır, karanlıkta siyah beyaz banyolar yapar,  hafif kırmızı bir ışıkta da fotoğraflarını kartlara basardı. Güzel günler çabuk geçer derler, o günler güzeldi.

Cep telefonu yoktu, geldi lüks oldu. Özellikle futbol karşılaşmalarında, sonucu bildirmek için stadyum içindeki ankesörlü telefondan PTT’yi arardı, numarasını yazdırırdı; sırası gelince haberini geçerdi.

Bilgisayar ve internet medya sektörüne girdi, işleri hafifledi. En azından daktilo gitti, klavye geldi. Buna alışmak da kolay olmadı. Çünkü bir iki cümle ile de olsa onu kullanma talimatı da vardı. “Bilgisayarı açacaksın, bilgisayarımı “kapat”tan kapatacaksın” deniliyordu. Bilgisayarı açmak kolaydı da kapatmak zordu ilk denemede. Fişini çekerek kapatırdı, farz etki elektrik kesildi.

Gökkuşağının kendisinin, “Gökkuşağının tüm renkleri” sloganı ile tanıtımı yapılan boya reklamlarının bile gazetelerde ve TRT’de siyah beyaz göründüğü çok eski değil, ama o günlerden bugünlere her şey hızla gelişti.

Gün geldi, bırakın haberi fotoğrafı, artık görüntüyü bile anında gönderiyor dünyanın dört bir yanına. Hem de hepsini sadece bir tıkla.

(Peki,  bu kadar büyük gelişmeyi neye, kimlere borçluyuz? Çok kişiye, çok şeye borçluyuz. İçlerinden benim bildiğim, hatırladığım kadarıyla milenyumun ilk yıllarında yaşama veda eden Michael Dertouzos bunlardan sadece biri. www,  World Wide Web’in, kurucularından. Hepimizin internette kullanmakta olduğu, Hyper Text Transfer Protokol’un (http) adını koyan.)

Bilgiye ulaşmada internet yokken, ondan hemen önce ne yapılıyordu. Onun yerini tutacak bir şey yok muydu? Elbette vardı.  Örneğin üniversitelerde bilgi, CD – ROM diskleri ile bir araya getiriliyor, o zamanki bilgisayar aracılığı ile de (tıpkı şimdi Google’dan yapılan aramalar gibi) yüklü bilgilere ulaşılıyordu. Bu da en çok lisans öğrencileri tarafından ödev, tez konularına ilişkin bilgilere ulaşılabilmesinde kullanılıyordu.

*Türkiye’de “Türkiye okuyor mu, ne kadar okuyor” anketleri yapılıyor, anketlerin sonuçları herkesi şaşırtıyor. Çünkü anketlere göre Türkiye okuyor. Halkın yüzde 70’lere varan bir bölümü günde en az 2 gazete okuyor, ayda 1 kitap okuyor. Halkın belki yaklaşık yüzde 60’ı okuyor olabilir ama insanımız anketlere dürüst cevap vermiyor. Olduğunu değil, olmak istediğini söylüyor.

Bir de tele – gazetecilik var ki, kes, kopyala, yapıştır.

9 ‎Temmuz ‎2008 ‎Çarşamba, ‏‎13:41:26

Basının yanılgısı! - 22/07/2008 01:18


1993 yıllarında Diyarbakır’daydım. Polis arkadaşlarımızla sohbet ediyorduk. Konu genelde terör, özelde ise terörün katlettiği bir polis memuruydu. Polis memuru arkadaşlarımız anlatıyordu.

Bir polis memuru teröre karşı başarı elde etmiş, bir gazetede bunu yazmıştı. Akabinde gazete başarılı polis memurunun fotoğrafını elde etmişti. Fotoğrafını elde etmeyi de bir marifet saymış, bunu da gazeteye haber olarak taşımıştı.

“İşte kahramanımız. İşte o polis” gibi başlıklarla yayınlamıştı. Polis arkadaşların tepkisi de bunaydı. Çünkü terör karşısında başarı sağlayan polis memuru şehit olmuştu. Gazete onu överken, aslında kötülük etmiş, deşifre ederek ölümüne sebebiyet vermişti.

Şimdi de geçtiğimiz günlerde şöyle bir haber yer aldı basında, boy boy fotoğraflarla: “Ergenekon Savcısı görüntülendi”


1952, Türkiye NATO’ya katıldı.1957, 9 Subay olayı.1960, darbe. 1971, darbe, 1977, 1 Mayıs olayları. 1978, Bahçelievler katliamı. 1980, darbe. 1981, Papa II. Jean Paul’a suikast girişimi. 1996, Susurluk kazası. 1997, 28 Şubat. Hepsinin altında yatan gizli gücün olduğu öne sürülen 2007, Ümraniye Soruşturması (Ergenekon).

Soğuk savaş yıllarında Sovyetlerle olası büyük bir çatışmaya ve Sovyetlerin Avrupa’yı ele geçirme ihtimaline karşı Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) kuruldu.


İddialara göre NATO, üye ülkelerde CIA ile birlikte bu ihtimale karşı gizli bir yapılanmaya gitti. Önce İtalya’dan başlanarak NATO bağlantılı gizli Özel Harekat Daireleri kuruldu. Oluşumlara kimi ülkelerde Gladyo, kimi ülkelerde Gizli Ordu, kimi ülkelerde Gölge Ordu adları verildi, kimilerine göre Derin Devlet, kimilerine göre ise Kontrgerillaydı.


Soğuk savaş yıllarında Batı Avrupa’da komünizmle mücadele amacıyla kurulan bu örgütlerin varlığı konusunda daha sonra tartışmalar başladı. Soğuk Savaşın bitmesiyle bazı ülkelerde baş gösteren olaylar ve skandalların arkasında bu oluşumların olduğu öne sürüldü.


Türkiye’de ise 1949-50 yıllarında NATO’nun gizli yapılanmasının Türkiye ayağı oluşturulmaya başladı ve 1952 yılında NATO’ya üye olduğunda gizli yapılanmanın birinin kurulduğu ileri sürüldü.

O tarihten sonraki olaylar da bu yapılanma ile bağdaştırıldı. Bu yapılanmanın ise Türkiye’de Seferberlik Tetkik Kurulu, Özel Harp Dairesi, Özel Kuvvetler Komutanlığı adları ile faaliyet yaptığı iddia edildi. Ama ülkede daha çok derin devlet ve kontrgerilla adlarıyla anıldı.


İstanbul’un Ümraniye ilçesinde Çakmak mahallesindeki gecekonduda el bombaları ve patlayıcıların bulunması ile başlayan Ümraniye Soruşturmasının devamı olan Ergenekon’un NATO bağlantılı kurulan gizli birimin devamı olduğu iddiası kulaktan kulağa yayılmakta. İddialar doğruysa dün Ümraniye soruşturması bugün Ergenekon olarak bilinen operasyon, yarın da başka bir isimle ortaya çıkarsa bu sizi şaşırtmasın.

22/07/2008 01:18

De facto, de jure - 10 ‎Ağustos ‎2008 ‎Pazartesi, ‏‎12:15:46


“De Facto” Bir Devlet Üzerine Görüşler…

Gürcistan, Güney Osetya, Rusya, Kuzey Osetya Alanya Cumhuriyeti. Bir yanda diğer devletler tarafından tanınmayan ülke  (de facto) olarak nitelendirilen bir bölge Güney Osetya, diğer yandan da Rusya Federasyonuna bağlı Kuzey Osetya Alanya Özerk Bölgesi ve Rusya’nın her iki bölgeyi de birleştirerek kendi federasyonuna bağlama gayretleri.

Tıpkı bölünmüş ada Kıbrıs’taki iki devletin birleştirilerek yeni, tek bir devlet oluşturulması ve bu şekilde Türklerin azınlık statüsüne düşürülmesi isteği gibi.

Herkesin, her milletin konuya ilişkin, kendisine ait bir görüşü vardır ama bir de empatiyle bakılırsa biz de onlar gibi düşünebilirdik.

Güney Osetyalı olsaydık;

“Diğer ülkeler tarafından tanınmayan de facto bir bölge değil, ülkeler tarafından tanınan de jure bir bölge olmak istiyoruz”

Amerikan vatandaşı olsaydık;

“Biz Amerika olarak Rusya’yı destekliyoruz. Çünkü onlar da Irak savaşımızda bizi desteklediler. Ama sadece desteklediler. Biz de sadece izleyerek destek veriyoruz.”

Rus olsaydık: “Savaşı biz değil Gürcistan başlattı. Bizler komşularımıza karşı oldukça duyarlı, onları koruyucu bir ülkeyiz. Böyle bir durumda seyirci kalamazdık. Çünkü onlar bizim vatandaşlarımız. Onları korumak zorundayız.

Fransız olsaydık;

“Rusya büyümek istiyor ve ısrarla da Kuzey ve Güney Osetya’yı birleştirip, Rusya Federasyonuna bağlamayı hızlandırmaya çalışıyor. Rusya komşusunu kendi çıkarı için koruyor.”

İngiliz olsaydık: “Vladimir Putin Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra 20. yüzyılda bir jeopolitik olarak büyük bir facia yaşanacağını söylemişti. İşte buna bir örnek. Rusya hala Sovyetler Birliği rüyasında. Bu bir Gürcistan meselesi değil.”

Ukraynalı olsaydık;

“Herkes Rusya’yı suçluyor. Kimse Rusya’nın onları korumaya çalıştığını görmek istemiyor. Güney Osetya halkının Rusya’dan destek istediğini kimse anlamak istemiyor. Gürcistan’ın Amerikan yanlısı olduğu da unutulmamalı”

Estonya vatandaşı olsaydık;

“Rusya’nın, tıpkı Ukrayna’da olduğu gibi bir Turuncu Devrime ihtiyacı var.”

Polonyalı olsaydık;

“Rusya’nın politikası yılardır hiç değişmedi. Sovyetler Birliğini yeniden ortaya çıkarmak.”

Alman vatandaşı olsaydık;

“Diktatörlük yanlısı Rusya’ya umarız iyi bir ders verilir artık.”

Gürcistanlı olsaydık;

“Herke bize destek vermeli. Biz kendi topraklarımızın için savaşıyoruz. Bunda haklıyız. Tam bağımsız bir Gürcistan istiyoruz. Gürcistan, Rusya’dan dolayı tam olarak bağımsız olamadı. Her şey Gürcistan’ın bağımsızlığı için.”

Ama biz Türk’üz, Atatürk’ün Türkiye’nin dış politikasını belirlerken dediği gibi düşünmeliyiz:

Yurtta Sulh Cihanda Sulh.

10 ‎Ağustos ‎2008 ‎Pazartesi, ‏‎12:15:46

Herkesin Meşrebine Göre AB - 1 ‎Ağustos ‎2008 ‎Cuma, ‏‎14:19:02

 Herkes meşrebine göre görür, okur, anlar ve yorumlar. Demokrasi, yargı, parti kapatmalar, büyük soruşturmalar derken, bir başka gündem maddesi neredeyse rafa kalktı ülkede.

Oysaki kısa bir süre önce herkesin dilindeydi. Girer miyiz, giremez miyiz, alırlar mı, almazlar mı diye meşrebe göre yorumlandı, tartışılırdı; Türkiye, Kıbrıs ve AB. Bu aralar belki de Kıbrıs Türk halkını azınlık yapma gayreti nedeniyle de, TBMM’nin yeni dönemdeki ana konusu, AB reformları olacak.

AB’ye tam üyeliğe, ülkenin coğrafik konumundan dolayı karşı çıkılıyor. Karşı olanlar, öncelikle ülkenin asla Avrupa sınırları içinde olmadığına, Asya’da olduğuna inanıyor. Buna gerekçe olarak da başkent Ankara gösterilip, “Ankara Avrupa’da değil tamamıyla Asya’dadır, sadece İstanbul Avrupa’dadır” deniliyor. Her ne kadar böyle söylense de aslında Türkiye’nin AB’ye üyeliği coğrafik değil, politik bir mesele.

Bir diğer karşı görüş ise Türk kültürü ve manevi değerlerinin Avrupa’nınkinden farklı olduğu, Avrupa’nın henüz çok kültürlü bir toplum olmaya hazır olmadığı yolunda. Karşı görüşlüler bu noktada dini ayrılıklar gündeme getirilip, AB’nin dininin Hıristiyanlık olduğunu söylerken, Avrupa’daki yaklaşık 15 milyonluk Müslüman nüfusu göz ardı ediyor.

Karşı görüşlülerin diğer bir gerekçesi de Kıbrıs meselesi. Bölünmüş ada Kıbrıs’taki Kuzey yakasının azınlık konumuna düşürülmek istenmesi. Kıbrıs sorunu dediğimiz, iki ayrı milletin bir araya getirilip, yeni devlet oluşturulması, Türklerin azınlık statüsüne düşürülmesi. Kim azınlık olmak ister ki.

Bir diğer sorun, Ermeni meselesi. Türklerin Ermenilere karşı soykırım yaptığı iddiasının Türkiye tarafından kabullenilmesi istenmektedir. Olmayan soykırım, nasıl kabullenilebilir.

Nüfusumuz da korkutmaktadır. Avrupa’nın kurucularından olan Almanya, yaklaşık 82 milyon nüfusu ile Avrupa’nın en büyük nüfusa sahipken, Türkiye’nin 70 milyon nüfusu ile Avrupa’da en büyük nüfusa sahip ikinci ülke olması ve büyük çoğunluğunun genç nüfustan oluşması politik kaygılara yol açabilir. Bundan dolayı da özellikle Almanya,  kapılarını Türklere kapatmanın yollarını aramaktadır.

TBMM’nin yeni dönemdeki ana konusu, AB reformları olacağı dünden belli. İngiltere’nin etkili basın organlarından The Economist de kendi meşrebine göre yorumladı:

Its judges have averted disaster and shown that Turkey can be a worthy candidate for the European Union)

“Yargıçlar bir felaketi önledi ve Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne layık bir aday olduğunu gösterdi”.

1 ‎Ağustos ‎2008 ‎Cuma, ‏‎14:19:02

20 Ocak 2012 Cuma

İstisnalar kaideyi bozabilir!



Yumuşak karnımız, sağımız solumuz, soldan soldan gelenler, sağ gösterip sol vuranlar…

 Etrafımızda sağını solunu, dünün bugününü bilmeyen insanlar var. Bayanlar belki bilmeyebilir ama erkekler vatani bir görev yaptıkları için sağını solunu bilmeyen insanlardan, bilenlere nasıl zarar geldiğini daha iyi bilirler.

İnsanlar tarihte sağını ve solunu,  kendilerini, arkalarını önlerini korumak için kullanmıştır daha çok. Yumuşak karınlarını korumak için. Arkadaş kelimesi bunlara iyi bir örnek oluşturur. Kelimenin orijini “arka” ve “taş”. Tarihte Türkler savaşırlarken önlerini görüp, arkalarını göremediklerinden dolayı sırtlarını taşlara verirlermiş.

Durumu bilmeyenleri de “Arkanı taşa ver” diyerek uyarırlarmış. Kimi araziler varmış ki savaşılan, o zamanlar bile arka taş bulmak zor olabilirmiş. Böyle durumlarda sırt sırta verilirmiş. Yani arka taşlar sayesinde yumuşak karınlar kollanırmış. Arka taş sonra olmuş “Arkadaş”. O günlerden bugüne kelime değişmiş ama anlam değişmemiş, bir de bulması.

İnsanlar arkalarını korumak için bir birlerine arkadaş olmuş. Sağını solunu kolalamış, yumuşak karnını koruyabilmek için arkadaşa ihtiyaç duymuş, yine tarihte İngilizlerin sollarını koruyabilmek için seçtikleri yöntem gibi.

Onlar yumuşak karınlarını korumak için hep soldan yürümüş, belki solunu bir duvara vererek,  belki bir ağaca. Herkes aynı yöne gitse sorun yok. Ama karşıdan da gelenler var ve hep olacak. Dost mu düşman mı belli değil. Eskiden beri insanlar genelde sağını, sağ ellerini kullandığı için silahlar kılıçlar hep sağ elde tutulur, her an olası bir tehlikeye karşı hazırlıklı olunurmuş. Kılıçlar silahlar sağ elde tutulup, sağ yan emniyette iken sol yan da soldan, duvara, ağaca dayanarak korunurmuş. Durum böyle iken Napolyon çıkmış ortaya. Solak Napolyon, atlı araçlı, yaya herkese yolun sağından gitmeleri emrini vermiş.

Napolyon’un emri, ele geçirdiği ülkelerde de uygulanmış.  Ama İngiltere’yi ele geçiremediği için İngilizler solunu korumaya devam etmiş hem İngiltere’de hem de sömürgelerinde. İngilizlerin trafiği yıllar öncesinden kalan bir alışkanlık nedeniyle soldan akmakta hala. Şimdi eskiden kalma bir alışkanlık, o zaman ise korunma amaçlı bilinçli bir davranış.

O zamanlardan bu zamanlara ne bizdeki arkadaş kavramı değişmiş ne de İngilizlerin sol alışkanlığı. Her ikisinin de hala değişeceğine inanmıyorum. Arkadaşlık değişmez. Değişmesi için kelimeyi de değiştirmeli Türk Dil Kurumu. O zaman da aslımızı inkar etmiş oluruz ki aslını inkar eden haramzadedir.

İngilizlerin sol trafik akışının değişeceğini de zannetmiyorum. Otomobiller değişecek, kültür değişecek, trafik işaretleri değişecek, işaretçiler eğitilecek, yollar, cezalar, kafalar. Aynı şey bizde olsa ne kadar parayla, ne kadar yılda böylesine bir değişikliği yapabilirdik acaba.

Kadın kıyafetlerinde de düğmeler hep soldadır. Onların da eskiden şimdi olduğu gibi, kıyafet, takı ve mücevher düşkünlüğü varmış. O zamanlar kıyafet var ama mücevher hiç yok. Bu yüzden düğmeler takı yerine, mücevher yerineymiş. Ne kadar düğmen var o kadar mücevherin, takın var anlamına gelirmiş. Kadınlar da elbiselerine bol bol, çeşit çeşit düğme diktirirmiş. Bu da onların yumuşak karnıymış. Kim ilikleyecek o kadar düğmeyi. Kıyafetlerde o kadar çok düğme ilerleyen zamanlarda zenginlik belirtisi olunca, kadınların da kendilerini giydirecek birer hizmetçileri olmaya başlamış. İşte kadınların elbiselerinin düğmelerinin solda olmasının sebebi, kendilerinin ilikleyeceği şekilde değil, karşısındaki hizmetçilerinin rahat bir şekilde iliklemesi içindir ve bu alışkanlık da yıllardır devam etmektedir.

Bunlar birer istisnai durum olabilir. İstisnalar kaideyi bozmaz derler ama bazen de bozar. Hepimiz biliriz. “Her şeyi bilme şeklindeki bu kendini beğenmiş küstahlığın temeli, hiçbir zaman hiçbir şeyi anlamamış olmaktan başka bir şey değildir” diyen Galile de dünya yuvarlak demişti. Hiç kimse tarafından kabul edilmiyordu fikri.  Dehşet saçan işkence türlerini uygulayan Engizisyon Mahkemesinde, dünyanın yuvarlak olduğunu inkar etmesi karşılığında ölüm cezası müebbet hapse çevrilmişti. Şimdi dünyanın yuvarlak olmadığını söyleyecek kimse yok yeryüzünde. O zamanlar bu durum bir istisna idi. Yani istisna, kaideyi bozdu.

Yıllar boyu herkes yumuşak karnını korumuş. Hepimizin bir yumuşak karnı vardır elbet. Bunun için de arka taşlara, düğme ilikleyecek birilerine veya sol yanını verecek bir duvara ihtiyacımız olabilir.

Galile’nin dediği gibi “Her şeyi bilme şeklindeki bu kendini beğenmiş küstahlığın temeli, hiçbir zaman hiçbir şeyi anlamamış olmaktan başka bir şey değildir”.

13/07/2008 23:46